Fıkh-ı Ekber Şerhi - Aliyyül Kari
1 sayfadaki 1 sayfası
Fıkh-ı Ekber Şerhi - Aliyyül Kari
İman Esasları
İmam Âzam Ebû Hanîfe el-Kûfî “Fıkh-ı Ekber” adlı kitabına şu sözleri ile başlamıştır:
(Tevhidin aslı ve itikatta sağlam dayanak mükellefin söylemesi farz olan şu esaslardır: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeğe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, inandım.)
Allah'a İman:
Hişâm, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani'den rivayet etmiştir: Ebû Hanîfe'nin şöyle dediğini duydum: “Allah'ın en büyük ismi “Allah” Lâfza-i Celâlidir.” Tâhâvî ile Ariflerin ekserisi de bu görüştedir. Öyle ki onlara göre, Allah lâfzı ile zikir yapan kimsenin bulunduğu makamdan daha yüksek bir makam yoktur. Allah'a iman, kendisinden alınmış olan esaslara bakılmaksızın müstakil bir ilimdir. Ebû Hanîfe, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, İmam Şâfii, İmam Halîl, İmam Zeccâc, İbn-i Keysân, Halimi, Îmam'ul-Haremeyn, İmam Gazali, İmam Hattâbî ve diğer âlimlerden meydana gelen çoğunluk da bu görüştedirler.
İmam Âzam Ebû Hanîfe el-Kûfî “Fıkh-ı Ekber” adlı kitabına şu sözleri ile başlamıştır:
(Tevhidin aslı ve itikatta sağlam dayanak mükellefin söylemesi farz olan şu esaslardır: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeğe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, inandım.)
Allah'a İman:
Hişâm, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani'den rivayet etmiştir: Ebû Hanîfe'nin şöyle dediğini duydum: “Allah'ın en büyük ismi “Allah” Lâfza-i Celâlidir.” Tâhâvî ile Ariflerin ekserisi de bu görüştedir. Öyle ki onlara göre, Allah lâfzı ile zikir yapan kimsenin bulunduğu makamdan daha yüksek bir makam yoktur. Allah'a iman, kendisinden alınmış olan esaslara bakılmaksızın müstakil bir ilimdir. Ebû Hanîfe, Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, İmam Şâfii, İmam Halîl, İmam Zeccâc, İbn-i Keysân, Halimi, Îmam'ul-Haremeyn, İmam Gazali, İmam Hattâbî ve diğer âlimlerden meydana gelen çoğunluk da bu görüştedirler.
Nefy-ü İsbat- ...
- Mesaj Sayısı : 1805
Yaş : 34
Nereden : Ankara
İlgi Alanları : Tasavvuf
Kayıt Tarihi : 15/09/07
Geri: Fıkh-ı Ekber Şerhi - Aliyyül Kari
Tevhidin Esasları:
Bu bahis, gerçek Tevhîd inancını en doğru bir şekilde öğrenme bahsidir. İmam Âzam Ebû Hanîfe rahimehullah'tan rivayet edildiğine göre, kelâmcılardan bir topluluk Allah'ın birliğini ispat hususunda kendisi ile konuşarak bahse girmek istediler. İmam Âzam onlara şöyle dedi:
“Konuşmaya başlamadan önce bu konuda vuku bulmuş bir olay hakkında bana cevap verini Dicle'de bir gemi kendi kendine limana gidiyor, kendi kendine doluyor, yiyecek giyecek ve benzeri eşya yükleniyor, kendi kendine dönüyor, demir atıyor; kendi kendine boşalıyor ve tekrar geri dönüyor, böylece çalışmasına kaptansız, tayfasız olarak devam ediyor. Bu olaya ne dersiniz? dedi. Onlar dediler ki; bu mümkün değildir, asla olamaz. Buna karşılık İmam Âzam da şöyle dedi: Bu geminin böylece kendi kendine idaresi mümkün olamazsa ya bu âlem nasıl kendi kendine idare edilir?”
Bu manada Ârif-i Billah İbrahim el-Havas ne güzel söylemiştir:
“Sana giden hak yol'açıktır.Seni bulmak isteyen delil istemez.”
Bir başkası da bu manada şöyle demiştir:
“Sen apaçıksın, kimseye gizli değilsin, Kör olan kimse ancak ayı göremez.”
“Eb'ul-Atâhiye” de aşağıdaki şiirinde ne güzel söylemiştir:
“Vay! Allah'a nasıl isyan edilir?
Yahut Allah nasıl inkâr edilir?
Her harekette ve her duruşta,
Ebediyyen Allah'a şahit vardır.
Her şeyde Allah'ın birliğine delâlet eden,
Bir işaret vardır.”
Ben derim ki; Yüce Allah'ın Fatiha sûresinde sözüne “El-Hamdü lillâhi rabbil-âlemîn” ile başlaması uluhiyetin tevhidine lâzım olan rububiyetin tevhidinin takdir edildiğine işaret ediyor. Yâni Allah Teâlâ, bütün âlemlerin terbiyeci ve idarecisi olan Allah'tır. Allah'ın birliği, onun idare ve terbiyesinde de bir olmasını, eşsizliğini gerektirir. “El-Hamdü lillâhhi rabbil-âlemîn” cümlesinde bu mana gizlidir. Halkın ulûhiyeti birlemesi, kulluğun gerçekleşmesini icab ettirir. Bu da Allah'ı tanımak için ilk önce kul üzerine lâzım olan şeydir.
Bu bahis, gerçek Tevhîd inancını en doğru bir şekilde öğrenme bahsidir. İmam Âzam Ebû Hanîfe rahimehullah'tan rivayet edildiğine göre, kelâmcılardan bir topluluk Allah'ın birliğini ispat hususunda kendisi ile konuşarak bahse girmek istediler. İmam Âzam onlara şöyle dedi:
“Konuşmaya başlamadan önce bu konuda vuku bulmuş bir olay hakkında bana cevap verini Dicle'de bir gemi kendi kendine limana gidiyor, kendi kendine doluyor, yiyecek giyecek ve benzeri eşya yükleniyor, kendi kendine dönüyor, demir atıyor; kendi kendine boşalıyor ve tekrar geri dönüyor, böylece çalışmasına kaptansız, tayfasız olarak devam ediyor. Bu olaya ne dersiniz? dedi. Onlar dediler ki; bu mümkün değildir, asla olamaz. Buna karşılık İmam Âzam da şöyle dedi: Bu geminin böylece kendi kendine idaresi mümkün olamazsa ya bu âlem nasıl kendi kendine idare edilir?”
Bu manada Ârif-i Billah İbrahim el-Havas ne güzel söylemiştir:
“Sana giden hak yol'açıktır.Seni bulmak isteyen delil istemez.”
Bir başkası da bu manada şöyle demiştir:
“Sen apaçıksın, kimseye gizli değilsin, Kör olan kimse ancak ayı göremez.”
“Eb'ul-Atâhiye” de aşağıdaki şiirinde ne güzel söylemiştir:
“Vay! Allah'a nasıl isyan edilir?
Yahut Allah nasıl inkâr edilir?
Her harekette ve her duruşta,
Ebediyyen Allah'a şahit vardır.
Her şeyde Allah'ın birliğine delâlet eden,
Bir işaret vardır.”
Ben derim ki; Yüce Allah'ın Fatiha sûresinde sözüne “El-Hamdü lillâhi rabbil-âlemîn” ile başlaması uluhiyetin tevhidine lâzım olan rububiyetin tevhidinin takdir edildiğine işaret ediyor. Yâni Allah Teâlâ, bütün âlemlerin terbiyeci ve idarecisi olan Allah'tır. Allah'ın birliği, onun idare ve terbiyesinde de bir olmasını, eşsizliğini gerektirir. “El-Hamdü lillâhhi rabbil-âlemîn” cümlesinde bu mana gizlidir. Halkın ulûhiyeti birlemesi, kulluğun gerçekleşmesini icab ettirir. Bu da Allah'ı tanımak için ilk önce kul üzerine lâzım olan şeydir.
Nefy-ü İsbat- ...
- Mesaj Sayısı : 1805
Yaş : 34
Nereden : Ankara
İlgi Alanları : Tasavvuf
Kayıt Tarihi : 15/09/07
Geri: Fıkh-ı Ekber Şerhi - Aliyyül Kari
Tevhidin Çeşitleri:
Hulâsa, ubudiyetin tevhidinden, rububiyetin tevhidi lâzım gelir. Rububiyetin tevhidinden uluhiyetin tevhidi lâzım gelmez. Çünkü Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:
“Onlara: gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorarsan, elbette Allah yarattı, derler.” [21]
“Biz o putlara, yalnız bizi Allah'a yaklaştırmaları için ibadet ediyoruz.” [22]
Belki Kur'an-ı Kerîm'in surelerinin ekserisi tevhidin bu iki çeşidini şamildir, belki Kur'an başından sonuna kadar bu iki tevhid çeşidinin açıklaması hakkındadır. Kur'an-ı Kerîm ya Allah'ın zatından, isimlerinden, sıfatlarından ve işlerinden haber verir ki buna Tevhid-i İlmi-i haberi denir. Ya şeriki olmayan yalnız Allah'a ibadet, etmeye ve O'ndan başka ibadet edilen putları terketmeye çağırır ki buna Tevhd-i İradî-i Talebi denilir. Ya emir ve yasaklardan, Allah'a itaatin lüzumundan bahs eder ki, bunlar da Tevhid ile ilgili olup onun tamamlayıcısıdırlar. Ya Tevhid ehline ikramdan, dünyada bunlara yapılanlardan, âhiretteki ikramlardan haber verir ki , bu da Allah'ı birlemenin mükâfatıdır. Ya da Allah'a eş koşanların durumlarından, dünyada kendilerine yapılan azaptan, felâketlerden, âhirette kendilerine inecek olan azaptan, zincir ve bukağılardan haber verir ki bu da Tevhidin hükmünden dışarı çıkanların cezasıdır.
Hulâsa, ubudiyetin tevhidinden, rububiyetin tevhidi lâzım gelir. Rububiyetin tevhidinden uluhiyetin tevhidi lâzım gelmez. Çünkü Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:
“Onlara: gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorarsan, elbette Allah yarattı, derler.” [21]
“Biz o putlara, yalnız bizi Allah'a yaklaştırmaları için ibadet ediyoruz.” [22]
Belki Kur'an-ı Kerîm'in surelerinin ekserisi tevhidin bu iki çeşidini şamildir, belki Kur'an başından sonuna kadar bu iki tevhid çeşidinin açıklaması hakkındadır. Kur'an-ı Kerîm ya Allah'ın zatından, isimlerinden, sıfatlarından ve işlerinden haber verir ki buna Tevhid-i İlmi-i haberi denir. Ya şeriki olmayan yalnız Allah'a ibadet, etmeye ve O'ndan başka ibadet edilen putları terketmeye çağırır ki buna Tevhd-i İradî-i Talebi denilir. Ya emir ve yasaklardan, Allah'a itaatin lüzumundan bahs eder ki, bunlar da Tevhid ile ilgili olup onun tamamlayıcısıdırlar. Ya Tevhid ehline ikramdan, dünyada bunlara yapılanlardan, âhiretteki ikramlardan haber verir ki , bu da Allah'ı birlemenin mükâfatıdır. Ya da Allah'a eş koşanların durumlarından, dünyada kendilerine yapılan azaptan, felâketlerden, âhirette kendilerine inecek olan azaptan, zincir ve bukağılardan haber verir ki bu da Tevhidin hükmünden dışarı çıkanların cezasıdır.
Nefy-ü İsbat- ...
- Mesaj Sayısı : 1805
Yaş : 34
Nereden : Ankara
İlgi Alanları : Tasavvuf
Kayıt Tarihi : 15/09/07
Geri: Fıkh-ı Ekber Şerhi - Aliyyül Kari
Tevhid'den Bahseden Âyetler
Kur'an'ın bütünü Tevhid'den, tevhid ehlinin haklarından, onların medhinden, Allah'a eş koşmayı kötülemekten, Allah'a eş koşanların isyanından ve müstahak bulundukları cezalardan bahseder.
“El-HamdüliIIahi Rabbil-âlemîn” tevhiddir.
“Errahmanirrahîm” Tevhiddir.
“Mâliki yevmiddin” tevhiddir.
“îyyâke na'budü ve iyya'ke nesteîn” tevhiddir.
“İhdinessırâtel-müstakîm” tevhiddir; tevhid ehlinin yoluna hidayet olmayı istemektir; cehalet inad ve ifsad için tevhid yolundan ayrılan sapıkların ve kendilerine gadap olunanların yoluna değil, Allah'ın nimet verdiği mutlu kimselerin yoluna iletilmeyi istemeye şamildir.
Kur'an gibi Sünnet de Kur'an'ın delâlet ettiği hususları açıklayıcı olarak gelir. Rabbimiz olan Allah Teâlâ, tevhid konusunda bizi falancanın görüşüne ve filancanın zevkine muhtaç kılmamıştır. Bu sebeple tevhid konusunda Kitap ve Sünnet'e muhalefet edenlerin ihtilâfa düştüklerini, birbirleri ile çarpıştıklarını görüyoruz. Halbuki Cenabı Hak Kur'an-ı Kerîmde:
“Bugün size dininizi tamamladım ve İslâm'ı sizin için din olarak seçtim.” [23]
Buyuruyor. Bu sebeple dinin tamamlanmasında Kitap ve Sünnet'in dışında bir şeye ihtiyacımız yoktur. Nitekim Cenabı Allah başka bir âyette şöyle buyuruyor:
“Bu Kur'an-ı Kerîm insanlar için yeterlidir.” [24]
“Onlara yetmiyor mu ki, biz sana, kendilerine okunan bir kitap indirdik.” [25]
“Hz. Peygamber size neyi getirmişse onu alın, sizi nerden yasaklamışsa ondan sakının.” [26]
Tahâvî de ilk akidesinde şu sözü ile bu manaya işaret etmiştir;
“Bu konuya (Tevhid konusuna) kendi kendimize tasavvur ederek ve reylerimizle te'vil ederek giremeyiz. Zira dinin esası hakkında Allah'ın kurtardığından başkası selâmet bulmaz.”
İmam Âzam, söze başlarken işe Allah'ın varlığı bahsi ile girmedi. Çünkü Allah'ın varlığı gözle görünür gibi apaçıktır. Kur'an-ı Kerim'de Cenabı Hak şöyle buyuruyor;
“Peygamberleri kendilerine gökleri ve yeri yaratan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır?” dedi. [27]
“Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorarsan: Muhakkak Allah yarattı, derler.” [28]
Allah'ın yarlığı halkın yaratılışında sabittir. Nitekim Cenabı Hak bu noktaya şu Âyet-i Kerime ile işaret buyuruyor:
“O halde gerçek bir müslüman olarak kendini dine yönelt.. Allah'ın dinine ki, insanları o din üzerinde yaratmıştır.” [29] Hz. Peygamber'in:
“Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar.” [30] hadis-i şerifi de buna işaret eder.
Bütün peygamberler tevhid inancını açıklamak için gönderilmişlerdir. Bu sebepten “Lâ ilahe illellah”
kelimesi üzerinde sözleri birleşmektedir.
Peygamberler, kendi ümmetlerine, Allah'ın var olduğunu söylemekle emredilmemişler, belki, ümmetlerinin hayal ve vehmettiğini reddetmek için Allah'tan başkasına ibadet edilemiyeceğini açıklamayı kasdetmişlerdir. Onların ümmetleri vehme ve hayale kapılarak sapık bir inançla şöyle diyorlardı:
“Bu putlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdırlar. Biz onlara yalnız bizi Allah'a yaklaştırmaları için tapıyoruz.” Tevhid inancı ise, te'kitli olarak Allah'ın varlığını ifade eder.
Sonra inançlar, aklın serbest olduğu hususlardan olsa da aslolan bunların şeriattan alınması gerekir. Yoksa, Allah'ın varlığını, ilmini, kudretini isbat etmek haddi zatında Kitap ve Sünnete tevakkuf etmez. Ancak kendilerine itibar etme yönünden Kitap ve Sünnete tevakkuf eder. Zira bu bahislerin Kitap ve Sünnete uygun olup olmadıklarına itibar edilmezse, felsefecilerin bahsettikleri ilahiyat ilmi gibi olur ki, o takdirde buna itibar edilmez. Şu âyetler aklî olarak Allah'ın varlığına delâlet eden âyetlerdendir.
“Şüphesiz yer ile göklerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde, denizde insanlara faydalı olacak şekilde yüzen gemide, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş toprakları diritlmesinde ve yeryüzünde her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları estirmesinde, yer ile gök arasında Allah'ın emrine amade bulutlarda, düşünen akıl sahibi kimseler için Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden birçok alâmetler vardır.”
Her kim bu zikredilen varlıkların acaib durumuna, yer ve göğün yaratılışına, hayvanların, bitkilerin ve âyetlerde bahsedilen diğer yaratıkların acaib yaratılışlarına dikkatlice bakarsa bu bakış onu yokluktan vareden, belli kanunlar üzerine tertib ederek çeşitli hikmetleri içine koyan bir hikmet sahibinden müstağni olmayacağına hükmetmeye sevkeder. Nitekim Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Biz insanı muhakkak çamurun özünden yarattık. Sonra insanın neslini sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (bir damla su) yaptık. Sonra o suyu bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir et parçası yaptık, o et parçasını da kemik haline çevirdik, kemiklere et giydirdik, sonra ona başka bir şekil vererek ruh verdik. Şekil verenlerin en yücesi olan Allah'ın şanının ne kadar büyük olduğuna bak!” [31]
Mekke halkına ileride biz, hem kendi nefislerinde, hem yeryüzü etrafındaki âyetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini) göstereceğiz ki, sonunda Peygamber'in söylediğinin hak olduğu kendilerine apaçık görünecektir. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?” [32]
Her şeyde Allah'ın birliğine ve eşsizliğine delâlet eden delil vardır.
Bütün akıllı kimseler bu yoldan yürüyerek Allah'ın varlığı ve birliğini bulmuşlardır. Ancak Dehriye taifesi gibi kendini büyük gören bazı sefihler bu yoldan yürümediler. Onların bir kısmı Allah'a eş koşmak suretiyle küfre vardılar. Öyle ki puta tapanlar gibi Allah ile birlikte ilâhlara da taptılar. Bazıları da olayların bir kısmını Allah'tan başkasına nisbet ederler. Mecûsiler gibi. Mecûsiler kötülükleri İhremen'in (Şeytan'ın) karanlığına, ki İhremen şeytandır hayrı da Rahman'm nuruna nisbet ederler. Puta tapanlardan bazıları da bazı eserleri putlara nisbet ederler. Bunlardan Cenabı Allah şöyle haber veriyor:
“Onlar dediler ki: ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz senin sözünle tanrılarımızı terketmeyiz. Ve biz sana inanmayız.”
“Ancak şunu söyleriz ki; ilâhlarımıza sövdüğün için, muhakkak onların bazısı seni bir fenalıkla (cinnetle) çarpmıştır. Hûd îşte ben Allah'ı şahid tutuyorum, ve siz de şahit olun ki, ben Allah'tan başka ona koştuğunuz ortaklardan hiçbirine inanmıyorum, onlardan beriyim, dedi.” [33]
Sâbiîler ve bâzı müneccimler de kendilerine ışık tuttuğu için bâzı olayları yıldızlara nisbet ederler. Allah Teâlâ'yı eş koştukları şeylerden beri kılarım. Onlardan bazıları öldükten sonra dirilmek ve âhirette ölülerin dirilmesi gibi Allah'ın, inkârını küfür saydığı hususları inkâr etmek suretiyle sapmışlardır. Akıl sahipleri için bu kadarı yeterlidir. Görüşlerini müdafaa etmek için munazaracının tertip ettiği aklî mukaddimelere başvurmadık. O mukaddimelerin hulâsası şudur: Âlem hadistir, yâni yoktan var edilmiştir. Onun kıdem sıfatı ile vasıflanan bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. O yaratıcı da Cenabı Allah'tır. Cenabı Allah'ın şu âyeti de bu noktaya işaret ediyor:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey üzerine vekildir.” [34]
“Şüphesiz sizin rabbiniz, altı günde yer ile gökleri yaratan Allah'tır.” [35]
Herkim bu âlemin kadîm (yaratılmamış) olduğuna hükmederse o kâfirdir. Sonra, bütün varlıkların varlığı kendinden olan bir varlıkta son bulduğu sabit olunca, bu varlığın ezelî ve ebedî olması lâzım gelir. Varlığı kendinden olan üzerine yokluk geçmesi ise mümkün değildir. Zira varlığı kendinden olduğu sabit olanın yok olması mümkün değildir. Öyle ise Cenabı Allah kadîmdir, yani varlığının evveli yoktur. Bakîdir, varlığının sonu yoktur. Bu sebeple kıdem ve baka manaları Allah Teâlâ hakkında Selbî sıfatlara döner. Bazıları bu iki sıfatı subûtî sıfatlardan saymaktadır. Zira Allah hakkında bakanın manası, ebed'den sonra gelen yokluğu nefyetmektir. Kadim de ezelden evvel geçen yokluğu nefyetmek olduğu gibi. O halde bu iki kelimenin manası yokluğu nefyetmeye yönelir. Bu sebeple Tûrbiştî kendi inancında şöyle demiştir: “Mevcud ve kadim”» sıfatları Allah'ın zat sıfatlarındandır.
Yukarıda geçmiş imanın şartlarından olan “Allah'a inandım sözünün, imanın yarısı olduğu hususunda ihtilaf bulunmakla beraber, imanda söz ile ikrar etmeye itibar edildiğine işaret vardır. Ancak ikrar bazı zamanlarda düşer, yahut ikrar imanın hükümlerini icra etmek için şarttır. Bu görüş İmam Âzam'dan rivayet edilmiştir. İmam Mâtürîdi de bu görüşe meyletmiştir. Eş'arî'ye göre en doğru görüş de budur. Şu âyet-i kerîme bu görüşü kuvvetlendiriyor:
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmi, Allah'a ve Peygamber'e karşı gelenlerle sevişir halde bulamazsın; velev ki o o karşı gelenler, babaları, oğulları, yahut kardeşleri, yahut kendi kabilelerinden olsun. İşte Allah böyle (zalim) kimseleri sevmiyen bir kavmin kalblerinde imanı tesbit buyurmuş ve kendilerini yüce katından bir rahmet ile kuvvetlendirmiştir.” [36]
Şeyh'ul-İslâm Pezdevî bu konuda şöyle diyor:
“Bir kimse kalbten inanıp özürsüz olarak bu imanını açıklamayı terk ederse, mümin olamaz.” Bu görüş müçtehidlerden Muhakkik olanların görüşüdür. Pezdevî'nin bu sözünde, imanda “Eşhedü” sözünün şart koşulmadığına işaret vardır. Çünkü kişinin, “Allah'a inandım” şeklinde şehadet getirmesi gerekir, dememiştir. Şafiî âlimlerinden bazıları imanda “Kelime-i Şehadet”i şart koşuyorlar ve bunun için de Hz. Peygamber'in şu Hadîsini delil getiriyorlar:
“Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına şehadet getirinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.” [37]
Başka bir rivayette ise “(Lâ ilahe illellah deyinceye kadar” ifadesi vardır. Bu kelimenin manası: Allah Teâlâ'nın varlığını, zatında ve sıfatında birliğini itiraf ederek tasdik ettim, demektir.
Kur'an'ın bütünü Tevhid'den, tevhid ehlinin haklarından, onların medhinden, Allah'a eş koşmayı kötülemekten, Allah'a eş koşanların isyanından ve müstahak bulundukları cezalardan bahseder.
“El-HamdüliIIahi Rabbil-âlemîn” tevhiddir.
“Errahmanirrahîm” Tevhiddir.
“Mâliki yevmiddin” tevhiddir.
“îyyâke na'budü ve iyya'ke nesteîn” tevhiddir.
“İhdinessırâtel-müstakîm” tevhiddir; tevhid ehlinin yoluna hidayet olmayı istemektir; cehalet inad ve ifsad için tevhid yolundan ayrılan sapıkların ve kendilerine gadap olunanların yoluna değil, Allah'ın nimet verdiği mutlu kimselerin yoluna iletilmeyi istemeye şamildir.
Kur'an gibi Sünnet de Kur'an'ın delâlet ettiği hususları açıklayıcı olarak gelir. Rabbimiz olan Allah Teâlâ, tevhid konusunda bizi falancanın görüşüne ve filancanın zevkine muhtaç kılmamıştır. Bu sebeple tevhid konusunda Kitap ve Sünnet'e muhalefet edenlerin ihtilâfa düştüklerini, birbirleri ile çarpıştıklarını görüyoruz. Halbuki Cenabı Hak Kur'an-ı Kerîmde:
“Bugün size dininizi tamamladım ve İslâm'ı sizin için din olarak seçtim.” [23]
Buyuruyor. Bu sebeple dinin tamamlanmasında Kitap ve Sünnet'in dışında bir şeye ihtiyacımız yoktur. Nitekim Cenabı Allah başka bir âyette şöyle buyuruyor:
“Bu Kur'an-ı Kerîm insanlar için yeterlidir.” [24]
“Onlara yetmiyor mu ki, biz sana, kendilerine okunan bir kitap indirdik.” [25]
“Hz. Peygamber size neyi getirmişse onu alın, sizi nerden yasaklamışsa ondan sakının.” [26]
Tahâvî de ilk akidesinde şu sözü ile bu manaya işaret etmiştir;
“Bu konuya (Tevhid konusuna) kendi kendimize tasavvur ederek ve reylerimizle te'vil ederek giremeyiz. Zira dinin esası hakkında Allah'ın kurtardığından başkası selâmet bulmaz.”
İmam Âzam, söze başlarken işe Allah'ın varlığı bahsi ile girmedi. Çünkü Allah'ın varlığı gözle görünür gibi apaçıktır. Kur'an-ı Kerim'de Cenabı Hak şöyle buyuruyor;
“Peygamberleri kendilerine gökleri ve yeri yaratan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır?” dedi. [27]
“Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorarsan: Muhakkak Allah yarattı, derler.” [28]
Allah'ın yarlığı halkın yaratılışında sabittir. Nitekim Cenabı Hak bu noktaya şu Âyet-i Kerime ile işaret buyuruyor:
“O halde gerçek bir müslüman olarak kendini dine yönelt.. Allah'ın dinine ki, insanları o din üzerinde yaratmıştır.” [29] Hz. Peygamber'in:
“Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar.” [30] hadis-i şerifi de buna işaret eder.
Bütün peygamberler tevhid inancını açıklamak için gönderilmişlerdir. Bu sebepten “Lâ ilahe illellah”
kelimesi üzerinde sözleri birleşmektedir.
Peygamberler, kendi ümmetlerine, Allah'ın var olduğunu söylemekle emredilmemişler, belki, ümmetlerinin hayal ve vehmettiğini reddetmek için Allah'tan başkasına ibadet edilemiyeceğini açıklamayı kasdetmişlerdir. Onların ümmetleri vehme ve hayale kapılarak sapık bir inançla şöyle diyorlardı:
“Bu putlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdırlar. Biz onlara yalnız bizi Allah'a yaklaştırmaları için tapıyoruz.” Tevhid inancı ise, te'kitli olarak Allah'ın varlığını ifade eder.
Sonra inançlar, aklın serbest olduğu hususlardan olsa da aslolan bunların şeriattan alınması gerekir. Yoksa, Allah'ın varlığını, ilmini, kudretini isbat etmek haddi zatında Kitap ve Sünnete tevakkuf etmez. Ancak kendilerine itibar etme yönünden Kitap ve Sünnete tevakkuf eder. Zira bu bahislerin Kitap ve Sünnete uygun olup olmadıklarına itibar edilmezse, felsefecilerin bahsettikleri ilahiyat ilmi gibi olur ki, o takdirde buna itibar edilmez. Şu âyetler aklî olarak Allah'ın varlığına delâlet eden âyetlerdendir.
“Şüphesiz yer ile göklerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde, denizde insanlara faydalı olacak şekilde yüzen gemide, Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş toprakları diritlmesinde ve yeryüzünde her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları estirmesinde, yer ile gök arasında Allah'ın emrine amade bulutlarda, düşünen akıl sahibi kimseler için Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden birçok alâmetler vardır.”
Her kim bu zikredilen varlıkların acaib durumuna, yer ve göğün yaratılışına, hayvanların, bitkilerin ve âyetlerde bahsedilen diğer yaratıkların acaib yaratılışlarına dikkatlice bakarsa bu bakış onu yokluktan vareden, belli kanunlar üzerine tertib ederek çeşitli hikmetleri içine koyan bir hikmet sahibinden müstağni olmayacağına hükmetmeye sevkeder. Nitekim Cenabı Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
“Biz insanı muhakkak çamurun özünden yarattık. Sonra insanın neslini sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (bir damla su) yaptık. Sonra o suyu bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir et parçası yaptık, o et parçasını da kemik haline çevirdik, kemiklere et giydirdik, sonra ona başka bir şekil vererek ruh verdik. Şekil verenlerin en yücesi olan Allah'ın şanının ne kadar büyük olduğuna bak!” [31]
Mekke halkına ileride biz, hem kendi nefislerinde, hem yeryüzü etrafındaki âyetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini) göstereceğiz ki, sonunda Peygamber'in söylediğinin hak olduğu kendilerine apaçık görünecektir. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?” [32]
Her şeyde Allah'ın birliğine ve eşsizliğine delâlet eden delil vardır.
Bütün akıllı kimseler bu yoldan yürüyerek Allah'ın varlığı ve birliğini bulmuşlardır. Ancak Dehriye taifesi gibi kendini büyük gören bazı sefihler bu yoldan yürümediler. Onların bir kısmı Allah'a eş koşmak suretiyle küfre vardılar. Öyle ki puta tapanlar gibi Allah ile birlikte ilâhlara da taptılar. Bazıları da olayların bir kısmını Allah'tan başkasına nisbet ederler. Mecûsiler gibi. Mecûsiler kötülükleri İhremen'in (Şeytan'ın) karanlığına, ki İhremen şeytandır hayrı da Rahman'm nuruna nisbet ederler. Puta tapanlardan bazıları da bazı eserleri putlara nisbet ederler. Bunlardan Cenabı Allah şöyle haber veriyor:
“Onlar dediler ki: ey Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin. Biz senin sözünle tanrılarımızı terketmeyiz. Ve biz sana inanmayız.”
“Ancak şunu söyleriz ki; ilâhlarımıza sövdüğün için, muhakkak onların bazısı seni bir fenalıkla (cinnetle) çarpmıştır. Hûd îşte ben Allah'ı şahid tutuyorum, ve siz de şahit olun ki, ben Allah'tan başka ona koştuğunuz ortaklardan hiçbirine inanmıyorum, onlardan beriyim, dedi.” [33]
Sâbiîler ve bâzı müneccimler de kendilerine ışık tuttuğu için bâzı olayları yıldızlara nisbet ederler. Allah Teâlâ'yı eş koştukları şeylerden beri kılarım. Onlardan bazıları öldükten sonra dirilmek ve âhirette ölülerin dirilmesi gibi Allah'ın, inkârını küfür saydığı hususları inkâr etmek suretiyle sapmışlardır. Akıl sahipleri için bu kadarı yeterlidir. Görüşlerini müdafaa etmek için munazaracının tertip ettiği aklî mukaddimelere başvurmadık. O mukaddimelerin hulâsası şudur: Âlem hadistir, yâni yoktan var edilmiştir. Onun kıdem sıfatı ile vasıflanan bir yaratıcıya ihtiyacı vardır. O yaratıcı da Cenabı Allah'tır. Cenabı Allah'ın şu âyeti de bu noktaya işaret ediyor:
“Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey üzerine vekildir.” [34]
“Şüphesiz sizin rabbiniz, altı günde yer ile gökleri yaratan Allah'tır.” [35]
Herkim bu âlemin kadîm (yaratılmamış) olduğuna hükmederse o kâfirdir. Sonra, bütün varlıkların varlığı kendinden olan bir varlıkta son bulduğu sabit olunca, bu varlığın ezelî ve ebedî olması lâzım gelir. Varlığı kendinden olan üzerine yokluk geçmesi ise mümkün değildir. Zira varlığı kendinden olduğu sabit olanın yok olması mümkün değildir. Öyle ise Cenabı Allah kadîmdir, yani varlığının evveli yoktur. Bakîdir, varlığının sonu yoktur. Bu sebeple kıdem ve baka manaları Allah Teâlâ hakkında Selbî sıfatlara döner. Bazıları bu iki sıfatı subûtî sıfatlardan saymaktadır. Zira Allah hakkında bakanın manası, ebed'den sonra gelen yokluğu nefyetmektir. Kadim de ezelden evvel geçen yokluğu nefyetmek olduğu gibi. O halde bu iki kelimenin manası yokluğu nefyetmeye yönelir. Bu sebeple Tûrbiştî kendi inancında şöyle demiştir: “Mevcud ve kadim”» sıfatları Allah'ın zat sıfatlarındandır.
Yukarıda geçmiş imanın şartlarından olan “Allah'a inandım sözünün, imanın yarısı olduğu hususunda ihtilaf bulunmakla beraber, imanda söz ile ikrar etmeye itibar edildiğine işaret vardır. Ancak ikrar bazı zamanlarda düşer, yahut ikrar imanın hükümlerini icra etmek için şarttır. Bu görüş İmam Âzam'dan rivayet edilmiştir. İmam Mâtürîdi de bu görüşe meyletmiştir. Eş'arî'ye göre en doğru görüş de budur. Şu âyet-i kerîme bu görüşü kuvvetlendiriyor:
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmi, Allah'a ve Peygamber'e karşı gelenlerle sevişir halde bulamazsın; velev ki o o karşı gelenler, babaları, oğulları, yahut kardeşleri, yahut kendi kabilelerinden olsun. İşte Allah böyle (zalim) kimseleri sevmiyen bir kavmin kalblerinde imanı tesbit buyurmuş ve kendilerini yüce katından bir rahmet ile kuvvetlendirmiştir.” [36]
Şeyh'ul-İslâm Pezdevî bu konuda şöyle diyor:
“Bir kimse kalbten inanıp özürsüz olarak bu imanını açıklamayı terk ederse, mümin olamaz.” Bu görüş müçtehidlerden Muhakkik olanların görüşüdür. Pezdevî'nin bu sözünde, imanda “Eşhedü” sözünün şart koşulmadığına işaret vardır. Çünkü kişinin, “Allah'a inandım” şeklinde şehadet getirmesi gerekir, dememiştir. Şafiî âlimlerinden bazıları imanda “Kelime-i Şehadet”i şart koşuyorlar ve bunun için de Hz. Peygamber'in şu Hadîsini delil getiriyorlar:
“Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına şehadet getirinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.” [37]
Başka bir rivayette ise “(Lâ ilahe illellah deyinceye kadar” ifadesi vardır. Bu kelimenin manası: Allah Teâlâ'nın varlığını, zatında ve sıfatında birliğini itiraf ederek tasdik ettim, demektir.
Nefy-ü İsbat- ...
- Mesaj Sayısı : 1805
Yaş : 34
Nereden : Ankara
İlgi Alanları : Tasavvuf
Kayıt Tarihi : 15/09/07
Geri: Fıkh-ı Ekber Şerhi - Aliyyül Kari
Meleklere Îman :
Allah'ın meleklerine şöyle inanırız: Allah'ın emrine karşı gelmezler, emrini yerine getirirler. Melekler günah işlemekten korunmuşturlar, erkeklik dişilik sıfatlarından beridirler. Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîmde melekleri dişilikle vasıflayarak Allah'ın kızlarıdır, diyenleri reddediyor; şöyle buyuruyor: .
“Onlar, Rahman olan Allah'ın kulları olan melekleri de dişi yaptılar. Yaratılışlarına şahit mi idiler? Onların şahitliklerini yazacağız, onlar Kıyamete kadar sorumlu tutulacaklardır.” [38]
“Yoksa Allah kızları oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyor size, nasıl böyle hüküm veriyorsunuz.” [39]
“Cevâhir'ul-Usûl” adlı kitapta şöyle zikrediliyor: Melekler için cennet nimetleri ve Allah'ı görme nimetinden nasib yoktur. Konevî'nin “Umdet'ün-Nesefi” Şerhinde de böyle yazılmaktadır. Bu kitaplarda yine meleklerin her şekle girebilen havaî latif bir cisme sahib oldukları, ikişer, üçer, dörder kanatları bulunduğu da zikrediliyor. Meskenleri göklerdir. Müslümanların çoğunluğunun görüşü de böyledir.
Allah'ın meleklerine şöyle inanırız: Allah'ın emrine karşı gelmezler, emrini yerine getirirler. Melekler günah işlemekten korunmuşturlar, erkeklik dişilik sıfatlarından beridirler. Cenabı Allah Kur'an-ı Kerîmde melekleri dişilikle vasıflayarak Allah'ın kızlarıdır, diyenleri reddediyor; şöyle buyuruyor: .
“Onlar, Rahman olan Allah'ın kulları olan melekleri de dişi yaptılar. Yaratılışlarına şahit mi idiler? Onların şahitliklerini yazacağız, onlar Kıyamete kadar sorumlu tutulacaklardır.” [38]
“Yoksa Allah kızları oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyor size, nasıl böyle hüküm veriyorsunuz.” [39]
“Cevâhir'ul-Usûl” adlı kitapta şöyle zikrediliyor: Melekler için cennet nimetleri ve Allah'ı görme nimetinden nasib yoktur. Konevî'nin “Umdet'ün-Nesefi” Şerhinde de böyle yazılmaktadır. Bu kitaplarda yine meleklerin her şekle girebilen havaî latif bir cisme sahib oldukları, ikişer, üçer, dörder kanatları bulunduğu da zikrediliyor. Meskenleri göklerdir. Müslümanların çoğunluğunun görüşü de böyledir.
Nefy-ü İsbat- ...
- Mesaj Sayısı : 1805
Yaş : 34
Nereden : Ankara
İlgi Alanları : Tasavvuf
Kayıt Tarihi : 15/09/07
Geri: Fıkh-ı Ekber Şerhi - Aliyyül Kari
Kitaplara İman:
Allah'ın kitaplarına iman konusunda Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan gibi adet tayin etmeksizin Allah katından indirilen bütün kitaplara iman etmek gerekir.
Allah'ın kitaplarına iman konusunda Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan gibi adet tayin etmeksizin Allah katından indirilen bütün kitaplara iman etmek gerekir.
Nefy-ü İsbat- ...
- Mesaj Sayısı : 1805
Yaş : 34
Nereden : Ankara
İlgi Alanları : Tasavvuf
Kayıt Tarihi : 15/09/07
Geri: Fıkh-ı Ekber Şerhi - Aliyyül Kari
Peygamberlere İman:
Peygamberlere iman ederken Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanmak lâzımdır. Kendine bir kitap veya sayfa verilsin, yahut verilmesin, bütün peygamberleri içine alacak şekilde inanmak şarttır. İmam Âzam yukarıdaki ifadesinde “Resul” kelimesini “Nebi”ye eş anlamlı olarak kullanmıştır. Feth'ul-Kadîr sahibi İbn-i Humam da bu görüşü benimsemiştir. Ancak Cumhura göre, Resul kelimesi Nebi kelimesinden daha hususî bir manâ taşır, Peygamberlere iman ederken belli bir sayı tâyin etmeyiz. Zira sayı tayin edince peygamber olmayanı peygamber yapmak ihtimali olabilir. Yahut peygamber olduğu halde sayıdan çıkarılarak peygamberliğine inanılmayanlar da bulunabilir. İman esaslarındaki tertib, meleklerin kitapları Peygamberlere getiren kişiler olmaları itibariyledir. Yoksa kitaplar ve peygamberler, meleklerden daha faziletlidirler.
Peygamberlere iman ederken Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanmak lâzımdır. Kendine bir kitap veya sayfa verilsin, yahut verilmesin, bütün peygamberleri içine alacak şekilde inanmak şarttır. İmam Âzam yukarıdaki ifadesinde “Resul” kelimesini “Nebi”ye eş anlamlı olarak kullanmıştır. Feth'ul-Kadîr sahibi İbn-i Humam da bu görüşü benimsemiştir. Ancak Cumhura göre, Resul kelimesi Nebi kelimesinden daha hususî bir manâ taşır, Peygamberlere iman ederken belli bir sayı tâyin etmeyiz. Zira sayı tayin edince peygamber olmayanı peygamber yapmak ihtimali olabilir. Yahut peygamber olduğu halde sayıdan çıkarılarak peygamberliğine inanılmayanlar da bulunabilir. İman esaslarındaki tertib, meleklerin kitapları Peygamberlere getiren kişiler olmaları itibariyledir. Yoksa kitaplar ve peygamberler, meleklerden daha faziletlidirler.
Nefy-ü İsbat- ...
- Mesaj Sayısı : 1805
Yaş : 34
Nereden : Ankara
İlgi Alanları : Tasavvuf
Kayıt Tarihi : 15/09/07
Geri: Fıkh-ı Ekber Şerhi - Aliyyül Kari
Öldükten Sonra Dirilmeye İman
Öldükten sonra dirilmekten maksat, başlangıçtaki şekil ve varlık yok olduktan sonra yeniden var olmaktır. Öldükten sonra dirilmenin delili şu âyet-i kerimelerdir:
“Sonra sizler, şüphesiz Kıyamet gününde diriltileceksiniz.” [40]
“O (inkarcı) insan görmedi mi ki biz onu bir damla sudan nasıl yarattık. Şimdi de aşikâr bir mücadeleci kesildi”.
“Bir damla sudan yaratılışını unutarak bize bir de misal getirdi: Bu kemikleri dağılıp çürümüşken kim diriltir? dedi.”
“Ey Resulüm! De kii onları ilk defa yaratan diriltir ve o, her yaratılanı tamamiyle bilir.” [41]
“El-Makâsıd” adlı kitapta şöyle deniliyor: Öldükten sonra dirilmeye inanmak dinin zarurî saydığı inanç esaslarındandir, inkârı ise kesinlikle küfürdür.
Öldükten sonra dirilme hâdisesine şöyle itiraz edilebilir: Öldükten sonra dirilmeye inanmak, tenasuh'a, yani ruhun bir bedenden başka bir bedene intikaline hükmetmektir. Çünkü ikinci beden ilk beden değildir. Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
“Cennet ehli tüysüz, sakalsızdır. Gençleri ihtiyarlamaz, elbiseleri eskimez.” [42]
“Cehennemlik birinin sırtı Uhud dağı gibidir.” [43]
Öldükten sonra dirilme ve cesetlerin haşri ile hükmetmek üzerine Celâleddin er-Rûmî rahimehullah şöyle diyor:
“Tenasüh inancının yerleşmediği hiçbir mezhep yoktur.”
Bu itiraza şöyle cevap veririz : İkinci beden, ilk bedenin aslî cüzlerinden yaratılmış olmasaydı o zaman belki tenasüh olabilirdi. Eğer bu inanca yâni cesetlerin haşri inancına tenasüh adı verilecek olursa, bu yalnız isim üzerine bir münakaşa olur. Esas tenasühün tarifi, Tenasuha inananlara göre şöyledir: Tenasüh, ruhların âhirette değil dünyada şahıslara iadesidir. Zira Tenasüh inancına sahib olanlar Cennet ve Cehennemi ve âhirete ait diğer işleri inkâr ediyorlar. Bu sebepten bu inançta olanlar tekfir edilmişlerdir. Cenabı Hak'kın:
“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri yarın ateşe atacağız. Onların derileri piştikçe, azabı duysunlar diye kendilerine, derilerinden başka deriler vereceğiz. Çünkü Allah, gerçekten Azizdir, Hakimdir.” [44]
Buyruğunun, hissî lezzetlerle mükâfatlandırılacak, cismanî ızdırap ve acılarla cezalandırılacak olan kimsenin, Allah'a itaat eden ve kötülüğü irtikap edenlerden başkası olduğunu ifade ettiği söylenemez. Zira biz deriz ki: öldükten sonra dirilmede cismanî ve hissi olarak tat ve acıları duymada itibar edilen husus bu işi anlamaktır. Acı yahut lezzet tatmak ise ancak ruhun tâalluku ile olabilir. Ve lev ki alet vasıtasiyle olsun. Vücudun aletleri ise aynen bakidir, bedenin diğer asli parçaları da öyle. Bu sebeple çocukluk çağında görülen ve bir çocuk için ihtiyarlık anında şekil ve görünüşü hatta birçok azası ve aleti değişse de, çocukluktaki insanın aynı olduğu rahatlıkla söylenir. Gençlik çağında cinayet işleyip yaşlanınca cezaya çarptırılan bir kimse için, gençliğinde suçu işleyen kimse değildir, denilemez. İşte Hadis-i şerifte belirtilen: “Kâfirin sırtının Uhud dağı kadar büyümesi”, azalarından bir şişme meydana gelmesi gibidir. Parçalar aynı parçalardır.
“Şerh'ül-Mevâkıf”ta şöyle deniliyor: insandaki asıl parçalar, ömrün başından sonuna kadar devam eden parçalardır. Bâzı âlimler de demişlerdir ki: insan vücudunun asıl cüzleri, yaratılışın başlangıcında hâsıl olan cüzlerdir. Yaratılışın başlangıcı, ruhların cesetlere tâalluk etmeğe başladığı zamandır.
Öldükten sonra dirilmede bedenin asıl cüzlerine itibar edildiği hususunda zikrettiğimiz görüş ile cesedlerin bütün cüzleri ile öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin öldükten sonra haşri inkar sadedinde söyledikleri söz itibardan düşmüştür. Haşir ise ancak her şeyden evvel ömrün evvelinden sonuna kadar cesetlerin bütün cüzleri ile olur. Hatta öyle ki, iade mânasını gerçekleştirmek için Cenabı Allah sünnet yerinden kesilen et parçası ile tırnaklardan, saçlardan kesilenler, dişlerden çıkarılanlar ve benzeri vücudun ilk yaratılışında var olan bütün cüzleri iade edecektir. Sonra Cenabı Allah kemmiyet, keyfiyet ve şekil bakımından iradesinin taallûk ettiğince dilediğini bırakacak, dilediğini yok edecektir. Sonra bilmiş ol ki Cenabı Allah akıllıları dirilteceği gibi, delileri, çocukları, cin ve şeytanları, hayvanları, haşereleri ve kuşları da diriltecektir. Çünkü bu hususta hadîs-i şerif vardır. Azası henüz tamamlanmamış bulunan düşük çocuklar diriltilecek mi? İmam Âzam Ebû Hanife'den rivayet edildiğine göre, düşük çocuğa ruh verilmişse diriltilecektir, ruh verilmeden düşmüşse diriltilmeyecektir. Doğru olan görüş de budur. Zira Allah'a yakın olan muttaki âlimlerin mezhebi, haşrin ruh ve cesedden meydana geleceğidir. Konevi'nin görüşü ise şöyledir: Kendisi şöyle diyor: bizim âlimlerimizin mezhebinin gereği şudur. Çocuğun azalarından bir kısmı belli olmuşsa dirilecektir. Bu görüş Şâbî ve İbn-i Şîrin'in görüşü olup reddedilmiştir. Zira bu hüküm fıkhî bir hükümdür. Bu hüküm üzerine dünyevî bazı hükümler terettüp eder. (Miras gibi). Âhirete ait haller buna kıyas edilemez.
Öldükten sonra dirilmekten maksat, başlangıçtaki şekil ve varlık yok olduktan sonra yeniden var olmaktır. Öldükten sonra dirilmenin delili şu âyet-i kerimelerdir:
“Sonra sizler, şüphesiz Kıyamet gününde diriltileceksiniz.” [40]
“O (inkarcı) insan görmedi mi ki biz onu bir damla sudan nasıl yarattık. Şimdi de aşikâr bir mücadeleci kesildi”.
“Bir damla sudan yaratılışını unutarak bize bir de misal getirdi: Bu kemikleri dağılıp çürümüşken kim diriltir? dedi.”
“Ey Resulüm! De kii onları ilk defa yaratan diriltir ve o, her yaratılanı tamamiyle bilir.” [41]
“El-Makâsıd” adlı kitapta şöyle deniliyor: Öldükten sonra dirilmeye inanmak dinin zarurî saydığı inanç esaslarındandir, inkârı ise kesinlikle küfürdür.
Öldükten sonra dirilme hâdisesine şöyle itiraz edilebilir: Öldükten sonra dirilmeye inanmak, tenasuh'a, yani ruhun bir bedenden başka bir bedene intikaline hükmetmektir. Çünkü ikinci beden ilk beden değildir. Hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
“Cennet ehli tüysüz, sakalsızdır. Gençleri ihtiyarlamaz, elbiseleri eskimez.” [42]
“Cehennemlik birinin sırtı Uhud dağı gibidir.” [43]
Öldükten sonra dirilme ve cesetlerin haşri ile hükmetmek üzerine Celâleddin er-Rûmî rahimehullah şöyle diyor:
“Tenasüh inancının yerleşmediği hiçbir mezhep yoktur.”
Bu itiraza şöyle cevap veririz : İkinci beden, ilk bedenin aslî cüzlerinden yaratılmış olmasaydı o zaman belki tenasüh olabilirdi. Eğer bu inanca yâni cesetlerin haşri inancına tenasüh adı verilecek olursa, bu yalnız isim üzerine bir münakaşa olur. Esas tenasühün tarifi, Tenasuha inananlara göre şöyledir: Tenasüh, ruhların âhirette değil dünyada şahıslara iadesidir. Zira Tenasüh inancına sahib olanlar Cennet ve Cehennemi ve âhirete ait diğer işleri inkâr ediyorlar. Bu sebepten bu inançta olanlar tekfir edilmişlerdir. Cenabı Hak'kın:
“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri yarın ateşe atacağız. Onların derileri piştikçe, azabı duysunlar diye kendilerine, derilerinden başka deriler vereceğiz. Çünkü Allah, gerçekten Azizdir, Hakimdir.” [44]
Buyruğunun, hissî lezzetlerle mükâfatlandırılacak, cismanî ızdırap ve acılarla cezalandırılacak olan kimsenin, Allah'a itaat eden ve kötülüğü irtikap edenlerden başkası olduğunu ifade ettiği söylenemez. Zira biz deriz ki: öldükten sonra dirilmede cismanî ve hissi olarak tat ve acıları duymada itibar edilen husus bu işi anlamaktır. Acı yahut lezzet tatmak ise ancak ruhun tâalluku ile olabilir. Ve lev ki alet vasıtasiyle olsun. Vücudun aletleri ise aynen bakidir, bedenin diğer asli parçaları da öyle. Bu sebeple çocukluk çağında görülen ve bir çocuk için ihtiyarlık anında şekil ve görünüşü hatta birçok azası ve aleti değişse de, çocukluktaki insanın aynı olduğu rahatlıkla söylenir. Gençlik çağında cinayet işleyip yaşlanınca cezaya çarptırılan bir kimse için, gençliğinde suçu işleyen kimse değildir, denilemez. İşte Hadis-i şerifte belirtilen: “Kâfirin sırtının Uhud dağı kadar büyümesi”, azalarından bir şişme meydana gelmesi gibidir. Parçalar aynı parçalardır.
“Şerh'ül-Mevâkıf”ta şöyle deniliyor: insandaki asıl parçalar, ömrün başından sonuna kadar devam eden parçalardır. Bâzı âlimler de demişlerdir ki: insan vücudunun asıl cüzleri, yaratılışın başlangıcında hâsıl olan cüzlerdir. Yaratılışın başlangıcı, ruhların cesetlere tâalluk etmeğe başladığı zamandır.
Öldükten sonra dirilmede bedenin asıl cüzlerine itibar edildiği hususunda zikrettiğimiz görüş ile cesedlerin bütün cüzleri ile öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin öldükten sonra haşri inkar sadedinde söyledikleri söz itibardan düşmüştür. Haşir ise ancak her şeyden evvel ömrün evvelinden sonuna kadar cesetlerin bütün cüzleri ile olur. Hatta öyle ki, iade mânasını gerçekleştirmek için Cenabı Allah sünnet yerinden kesilen et parçası ile tırnaklardan, saçlardan kesilenler, dişlerden çıkarılanlar ve benzeri vücudun ilk yaratılışında var olan bütün cüzleri iade edecektir. Sonra Cenabı Allah kemmiyet, keyfiyet ve şekil bakımından iradesinin taallûk ettiğince dilediğini bırakacak, dilediğini yok edecektir. Sonra bilmiş ol ki Cenabı Allah akıllıları dirilteceği gibi, delileri, çocukları, cin ve şeytanları, hayvanları, haşereleri ve kuşları da diriltecektir. Çünkü bu hususta hadîs-i şerif vardır. Azası henüz tamamlanmamış bulunan düşük çocuklar diriltilecek mi? İmam Âzam Ebû Hanife'den rivayet edildiğine göre, düşük çocuğa ruh verilmişse diriltilecektir, ruh verilmeden düşmüşse diriltilmeyecektir. Doğru olan görüş de budur. Zira Allah'a yakın olan muttaki âlimlerin mezhebi, haşrin ruh ve cesedden meydana geleceğidir. Konevi'nin görüşü ise şöyledir: Kendisi şöyle diyor: bizim âlimlerimizin mezhebinin gereği şudur. Çocuğun azalarından bir kısmı belli olmuşsa dirilecektir. Bu görüş Şâbî ve İbn-i Şîrin'in görüşü olup reddedilmiştir. Zira bu hüküm fıkhî bir hükümdür. Bu hüküm üzerine dünyevî bazı hükümler terettüp eder. (Miras gibi). Âhirete ait haller buna kıyas edilemez.
Nefy-ü İsbat- ...
- Mesaj Sayısı : 1805
Yaş : 34
Nereden : Ankara
İlgi Alanları : Tasavvuf
Kayıt Tarihi : 15/09/07
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz